1700’lü yıllarda yaşamış İngiliz siyasetçi ve aristokrat John Montagu vakit buldukça kumar oynarmış. Kart oyunlarına o kadar düşkünmüş ki, oyun oynarken aynı zamanda bir şeyler atıştırırmış. Bu nedenle, bir eliyle oyun oynarken masadan kalkmamak için diğer eliyle de içine et ve peynir yerleştirdiği ekmek dilimlerini yermiş. Bu onun yerken aynı zamanda kart oynamasını sağlamış. Dünyanın en bilindik yiyeceklerinden sandviç bu şekilde doğmuş.
Evet, artık sandviçi kimin nasıl icat ettiğini biliyorsunuz. Emin olun, bu bilgiyi unutmayacaksınız da. Çünkü size bir hikaye anlattım ve hikayelerin unutulma olasılığı çok düşüktür. Eğer ben size, “Sandviç 1748 yılında John Montagu isimli bir İngiliz tarafından bulunmuştur” deseydim bunu bir zaman sonra muhtemelen hatırlamayacaktınız.
Hikaye anlatma son zamanlarda çok popüler olsa da aslında yeni bir kavram değil. İnsanlığın var oluşundan beri var. 27.000 yıl önceye ait ilk mağara resimleri incelendiğinde, orda da aslında bir hikaye anlatıldığı görülmektedir. Bu da bize hikayenin insanlığın en temel ve en eski iletişim metotlarından biri olduğunu göstermektedir. Günümüzde de reklam ve pazarlama dünyasının da hafızada yer edinme anlamında kullandığı yöntemlerden biri olmuştur.
Hikayeleştirmenin arkasında yatan nörobilimsel gerçek:
Bilinç, analiz eden, mantıksal ve eleştiren bir yapıya sahiptir. Beynimizin yeni beyin (rasyonel beyin) dediğimiz bölümü bilinçli davranışlarımızdan sorumludur. Bilinçdışı ise farkında olmadan, akıl yürütmeden hafızaya kaydeder. Burada acı, haz gibi duygulardan, hafıza ve deneyimlerden sorumlu limbik sistem devreye girer. Bu sebeple bilinçdışına bir kez yerleşen bilgi hayat boyu bizi etkileyen, davranışlarımıza yön veren esaslar haline gelir. Hikaye dili de dinleyenlerin doğrudan bilinçaltına ulaşabildiğinden en etkili iletişim dili olmuştur.
Bir örnekle açıklayalım. Bir powerpoint sunum dinlediğinizi düşünün. Sunumda yer alan cümleler, madde madde yazılmış metinler… Bu gibi sunumlar beynin dil ile ilgili belli bölgelerini çalıştırır. Bu nedenle, kelimeleri çözümlemeye ve anlamlandırmaya çalışırız.
Ancak biri bir hikaye anlattığında beynin sadece dil ile ilgili bölgeleri değil, aynı zamanda hikayedeki anlatılan olaylarla ilgili deneyimsel kısımlar da çalışıyor. Eğer bize yemeklerin ne kadar güzel olduğu söyleniyorsa hemen beynimizin duyularla doğrudan ilgili duyusal korteksinde ışıklar yanıyor. Kadife sesli, pamuk eller gibi metaforlar bu duyusal korteksi uyarıyor. Eğer hareketle ilgili bir içerik varsa da, bu sefer motor korteks devreye giriyor. Topa hızlı vurdu, çantasını aldı kaçtı gibi cümlelerde olduğu gibi hareket unsurları bu sefer beynin hareketle ilgili kısmını (motor korteks) çalıştırıyor.
Hikaye anlatan ile dinleyenin beyni birbiriyle senkronize olabiliyor. Çünkü hikayeyi anlatanın beyni ile dinleyenin beyni hikaye ile ilgili deneyimlere aynı tepkiyi veriyor. Anlatanın duygusal beyninde (insula) bir aktivite olduğunda aynı aktivite dinleyicilerde de gerçekleşiyor. Frontal korteksi yanığında dinleyenlerin de yanıyor. Çünkü hikayeyi anlatan kişi hikayedeki duygu ve düşüncelerin dinleyicilerin beyinlerinde oluşmasını sağlıyor.
Hikayeler neden daha kolay öğreniliyor ve akılda kalıcı olabiliyor?
Hikayeler sebep-sonuç arasında bir bağlantı kurmamızı sağlar. Bu da bizim genel düşünce yapımız aslında. Bu düşünce yapımız gereği sebep-sonuç ilişkisi aramaya, ilişki kurmaya programlıyız. Dikkat edersek, yaptığımız her hareket, her eylem aslında kısa hikayelerden ibaret.
Ne zaman bir hikaye duysak otomatikman onu kendi deneyimlerimizle ilişkilendirmeye çalışırız. Kafamızda canlandırır, hikayedeki olayları hissederiz, sembolleri, işaretleri bir duyguyla eşleştriririz. Benzer deneyimleri ararken beynimizin acı, haz, nefret gibi duygulardan sorumlu bölgeleri de çalışır. Bu da bilginin geçici olarak depolanması yerine bilinçaltına işleyerek kalıcı olmasını sağlar. Psikolojide, pazarlamada ve reklam dünyasında metaforların işe yaraması bu nedenledir.